(Bir arkadaşımızın hayatın gerçeklerinden esinlenerek yazdığı öykü-denemeyi dostlarımızla paylaşmak istedik, kendisine teşekkür ediyoruz)
KAYISI ÇEKİRDEĞİ
Yüzlerini aydınlatan güneşe “günaydın” diyordu taşlar. Güneş incitmeden uyandırıyordu doğayı. Gece üşüyüp çanaklarının içine toplanan çiçekler, güneşin yaydığı ısıyı içlerine çekerek her bir yandan açılıyorlardı. Tepeler sarıya, maviye, beyaza boyanıyordu. Tarlanın kıyısında doğanın güne uyanmasını bekliyordum. Bir yandan kuşlar bir yandan derenin sesi kulaklarımı oyalarken gözlerim güneşin derin uykusundan uyandırdığı yaşlı ağaca bakmaya başlamıştı. Ellerimi açmış parmaklarımın arasından geçen rüzgârı okşuyordum. Üzerinde sincapların dolaştığı, leyleklerin yuva yaptığı bu yaşlı ağaca babam atını bağlardı. At yanına yaklaşır başını eyer babamda onu kırmaz incitmeden en çok çenesinin altını okşar sonra boynuna sarılır öperdi. Annem hep o ağacın dere kenarına bahçesini yapar, diktiği her çitil büyüdükçe coşkusu artar, her birine ayrı bir isim takardı. Sabahları erkenden onlara koşup diplerindeki otları ayıklarken onlarla konuşur, ufacık bir dalı, yaprağı kopsa kendinden bir parça kaybederdi.
Dedem bu tarlayı aldığında ortasında öylece duran, sürümde zorluk çıkaracak, tarla kuşlarını başına toplayacak bu ağacı kesmek istemiş ama köylüler izin vermemişler. Bir kaçı onu rüyalarında görmüş kutsal saymışlar. Bunu kutsal sayan insanlar köyde sevilen insanlar olunca herkes inanmış, hiç zarar görmeden korunmuştu. Ancak dedem ölmüştü, biz de buradan şehre taşınıyorduk. Çevresinde iki tur atınca yorulduğum, ortadan kaybolmak için kovuğuna saklandığım ağacı burada bırakıp gidiyorduk.
Tepeden bir ses büyüyüp bütünlüğü bozarak beni çağırmaya başlamıştı. Seslenen ağabeyimdi. Bizi götürecek kamyona tüm eşyalar yüklenmiş gitme zamanı gelmişti. Kaç saattir beni aradıklarını söylüyor, derede ne aradığımı sorup duruyordu. Kocaman eliyle kavradığı kolumu çekiştire çekiştire tepedeki ikinci eve; bizim evimize doğru götürüyordu. Kamyonun önünde sıralanmış kalabalığın bize doğru sabırsı bakışlar attığını görünce kafamı öne eydim. Sinirli ama sesiz bir şekilde bindik kamyona. Ben en küçük kardeş olduğumdan annem ve babamla ön tarafa; şoför kabinine, abim ise arka tarafa; eşyaların olduğu kasaya bindi. Yürümeye başladık. Köyün içinden usulca kopan bir parçaydık. Yolun üstündeki son ev Bilal amcanındı. O da aldığı televizyon denen, ne olduğunu bilmediğim aletin tarak şeklindeki parçasını ( adını sonradan öğreneceğim...) çatıya takıyordu. Yol o kadar uzundu ki uyuyup kalmışım şehre kadar…
Sıcak dalgalanarak beton yığınlarının arasından süzülüp, açıkta bulduğu her varlıkta istenmeyen bir parçasını bırakıyor, bizse evlerin küçük gölgelerine sığınmış güneşin tepemizden ayrılmasını bekliyorduk. Şehrin varlığımızdan habersiz olduğu bu mahallede şimdi vakit cehennem için işliyordu. Galiba güneş her şeye boyun eğdirerek birazcık huzur istemiş, elde de etmişti. O tatmin olduktan sonra, gölgelerle bir olup sokağa yayıldık. Çığlıklarımız her yana yayılıyor her şeyde boş olan bir kaygı yaratıyordu. Vakit hızlı fakat hissettirmeden geçmeye devam ediyordu…
Birilerinden korkup birbirine sığınan sokak boyunca yan yana dizilmiş evlerin pencerelerden silkinen sofralardan düşen ekmek kırıntılarını kapmaya çalışan serçelerin dikkatleri arasından, dökülen sıvasıyla ilgiyi çeken ( babamın Kara çeşmedeki bağı satarak aldığı) evden abim jöleli saçlarını düzelterek dışarı çıktı. İsimlerini izledikleri filmlerden alan çetelerin birine takılıyormuş. Gündüzleri çocukların oynadığı sokaklar geceleri onlara kalıyor onlarda lambasız karanlık sokaklardaki korkuyu biraz daha derinleştiriyorlardı.
Şehirli yaşıtlarımın bulunduğumuz ortamdaki davranışlarına bir anlam veremediğimden onlara yakınlık duyamamıştım. Benim gibi köyden yeni gelmiş kıvırcık saçlı esmer Hasanla dolaşıyordum. Ama o da gittikçe diğer çocuklara benzemeye başlamıştı. Oynadıkları tüm oyunları pazarlık haline getiren, bakkal bağımlısı, sevimliliklerini kaybetmiş çocuklar. Kokusundan zorlukla nefes aldığımız ziftin üzerine çizgiler çizerek eğlenmeye çalışıyorduk. Görüyordum ki Hasan artık benimle oynamaktan sıkılıyor, gözleri hep birbirini üten diğer çocuklara kayıyordu. Sokak gittikçe daralıyordu. Yıkılacak binaların altında kalacağımı bile bile öylece durup yere gömülmeyi bekliyordum.
Evdeki televizyon denen alete de bir türlü alışamamıştım. Duyduğuma göre bu aleti köyde almayan kalmamış. Hep aynı çizgi filimler oynuyordu; küçük bir fare yiyecekleri koruyan kediden yiyecekleri çalıyor sonra geçip sevimlilik yapıyordu. Sonunda kazanan hep hırsız fare oluyordu. Aradaki reklâmlarda da bize hayatımızla alakasız şeyleri satmak için elerinden gelen her şirinliği yapıyorlardı. Büyüklerin izlediği filmlerde aynı biri yolunu bulup bir şekilde zengin oluyor. Sıkılıyorum hem de her şeyden...
Son zamanlarda annem ile babam durmadan tartışmaya başlamışlardı. Böyle zamanlarda büyük bir ürküntüyle koşup kendimi banyoya kilitliyordum. Annem herkesin karısına çamaşır makinesi aldığını kendisinin hala elbiseleri soğuk suda duruladığını, babamsa iki senedir aynı ceketi giydiğini söyleyip duruyordu. Bu gürültü ciğerleri yoruluncaya kadar devam ederdi. Bense çoğu zaman yıkanmak için kullanılan kürsüde kendimden geçerdim annem gelip kapıyı tekmeleyince uyanıp kapıyı açar onun yüzüne bakmadan gidip benim için serilen yatakta yorganı sıkıca kendime sarardım.
Akşamüstüydü. Şehrin üzerinde fabrika bacalarının bıraktığı sis tabakası batmakta olan güneşin dik ışınlarıyla ortaya çıkıyor şehri kara bir peçe gibi örtüyordu. Ayakkabılarımı çıkarıp ayağımda terle tabakalaşan çamuru yıkamak için lavaboya gittim. Tam elimi yüzümü kuruluyordum ki aniden annemin karşımda durmuş tebessüm ettiğini fark ettim. Şaşırdım. Babam işten erken dönmüş beni oturduğu divana, yanına çağırıyordu. Başımı okşayıp yanaklarımı sıkıyor, bana gülümsüyordu. Birden salonda görmeden yanından geçtiğim o şeyi gördüm. Bir çamaşır makinesi. Gözlerimi babama çevirdim. Onun da üzerinde önceden fark edemediğim yeni bir ceket duruyordu. Babam eliyle odanın köşesindeki bisikleti işaret etti. İçimi mutluluktan çok bir ürperti kaplamıştı. Babama döndüm, gülümsemesini devam ettirerek konuşmaya başladı '' vay be! Bizim yaşlı meşeden elli ton odun çıkacağını kim tahmin ederdi?'' beynimdeki uğultu o kadar şiddetliydi ki daha fazla ayakta duramadım. Bayılmıştım. Uyandığımı fark ettiklerini görünce yorganı iyice başıma çektim. İki gün boyunca yataktan çıkmamıştım. Kimsenin evde olmadığı bir anda içinde sıkıldığım yataktan dışarıya fırladım. Gözlerim her yerde Hasan’ı arıyordu ama Hasan çoktan o çocuklara katılmıştı bile. Sokakta tek başına oynamaktan sıkıldıktan sonra içeriye girip televizyon seyretmeye başladım. O çizgi filmleri o reklâmları izliyordum…Sabah saat dokuz civarları çocuklar sokağa dökülmeye başlamıştı. Dışarıya çıktım, kirli havadan derin bir nefes çektikten sonra Hasan’a baktım köşede oturmuş elindeki taşlarla oynuyordu. Ona gülümsedim o da bana ''şekerine taş çatmaca oynayalım mı?'' dedi. Ayağa kalktı. Taşını uzak bir duvarın dibine attı. Attığım taşla vurdum onu. O da bana bakkaldan bir şeker aldı…
Memo
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder